Genel Başkanvekilimiz Mahmut Arıkan, düzenlediği basın toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Konuşmasına Malazgirt Zaferini ve 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutlayarak başlayan Genel Başkanvekilimiz Arıkan, şunları söyledi:
“Tarihimize baktığımızda; Ağustos ayı, bizler için yalnızca bir takvim yaprağı değil; aynı zamanda büyük zaferlerin kazanıldığı, büyük fetihlerin gerçekleştiği bir zaman dilimidir.
26 Ağustos 1071’de Malazgirt,
27 Ağustos 1389’da Kosova,
23 Ağustos 1514’de Çaldıran,
24 Ağustos 1516’da Mercidabık,
26 Ağustos 1526’da Mohaç,
30 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz ve daha birçok zafer ile Ağustos ayı adeta taçlanmıştır.
İlk zafer Malazgirt, Anadolu’yu İslam’a açmış, son zafer Dumlupınar ise İslam’ı Anadolu’dan söküp atmaya çalışanlara en kesin cevap olmuştur. Bu vesile ile aziz milletimizin hem Malazgirt Zaferini hem de 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı tebrik ediyorum.
İKİ ÖNEMLİ MESAJ VAR!
Sultan Alparslan, bu zaferi unvan, nam veya toprak için değil yeryüzünde hak ve adalet hüküm sürsün diye kazanmıştı. Ayrıca Anadolu sadece kılıç ile vatan hâline getirilmiş bir toprak parçası değildir. Medreseler, şifahaneler, imarethaneler ve elbette gönüllerin fethi ile vatan toprağı haline gelmiştir. 30 Ağustos Büyük Taarruz ise bin yıldır bulunduğumuz bu topraklarda bizi emperyalizmin kölesi haline getirmeye çalışanlara karşı kazanılmıştır. Bu vesileyle vatan uğruna can veren bütün şehitlerimizi bir kez daha rahmet ve minnetle yad ediyorum. Elbette Malazgirt’ten de Dumlupınar’dan da alınacak önemli dersler vardır. Bu büyük zaferlere baktığımızda iki önemli gerçeği net bir şekilde görürüz:
Birincisi bağımsızlıktır! Bu millet şartlar ne olursa olsun, esaret ve dayatmaya boyun eğmez, bağımsızlığından hiçbir şekilde taviz vermez. Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki bu aziz millet, istiklal ve istikbalimiz tehlikeye girdiğinde aynı kararlılığı ortaya koymaktan hiçbir zaman çekinmeyecektir.
İkincisi birlik ve beraberliktir! Milletimizin en büyük gücü birlik ve beraberliğidir. Karşı karşıya kaldığı her türlü zorluk ve badireyi kardeşlik ruhuyla aşmıştır. Birlik ve beraberliğimizi muhafaza ettiğimiz sürece; değil 7 düvel 77 düvel bir araya gelse bizden çakıl taşı dahi koparamaz.
ASIL ZAFER KILIÇ İLE DEĞİL BİLGİ VE STRATEJİ İLE KAZANILIR
Büyük zaferler, büyük ufuklar gerektirir. Asıl zafer kılıç ile değil bilgi ve strateji ile kazanılır.
Bu yüzden, Sultan Alparslan Malazgirt zaferini kazandığında saray değil, köşk değil sistem inşa etti. İleri görüşlüydü. İstişareye önem verir, tecrübeden yararlanırdı. Alimlerin ilmine hürmet ederdi. Nizamiye medreseleri gibi döneminin en ileri eğitim sistemine sahip müesseselerini kurdu. Adalet üzere davranırdı. Haksız yere kimseye zulmetmez, zulmedilmesine izin vermezdi. Halkın malına el uzatılmasına asla müsaade etmezdi. İsraf ve şatafattan uzak dururdu. Bugün ülke yöneticilerinde bunların kaçı var, kaçı yok oraya hiç girmiyorum. Ama sadece şu hatırlatmayı yapmak istiyorum: Tarihimize baktığımızda görüyoruz ki: çadırlarda kurulan devletler saraylarda çökmüştür.
AHLAT’IN SARAYA DEĞİL FABRİKAYA İHTİYACI VAR!
Malumunuz olduğu üzere Malazgirt Zaferi’nin yıl dönümünde Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan son bakanlar kurulu toplantısını Ahlat’ta gerçekleştirdi. Elbette bu tür yaklaşımların sembolik anlamları önemlidir ama altı doldurulmayan güç gösterileri birer tiyatral sahneden öteye geçmemekte. İhtiyaçlarda önceliği neye verdiğiniz önemlidir. Kalp krizi geçiren bir hastaya botoks yapamazsınız. Ahlat’ın öncelikli ihtiyacı 1071 metrekare büyüklüğünde köşk değil 1071 insanımızın çalışacağı fabrikalardır. Güçlü Türkiye, kaynaklarımızı tüketen saraylarla değil; üreten fabrikalarla kurulacaktır. Malazgirt Zaferi’ni kazanmış olan Sultan Alparslan dahi buraya bir köşk yapalım dememişken, ülke ekonomisinin içinde bulunduğu şu zor günlerde köşkler, saraylar, israftan başka bir şey değil. Muş Şeker Fabrikası 2018 yılında, bu iktidar döneminde satıldı. 2019 yılında ise Ahlat Köşkü’nün temeli atıldı. Siz kalkacaksınız, fabrikayı satıp köşk yapacaksınız. Sonra da çıkıp ‘ekonomik kriz yok dış güçlerin oyunu var’ diyeceksiniz. Millete tasarrufu öğütleyenler, israf ve şatafattan vazgeçmedikçe ülke ekonomisinin düze çıkması mümkün değildir. Her zaman dedik, demeye devam edeceğiz: üretmeyen ekonomi iflas etmeye mahkumdur.
TÜRKİYE’NİN BİR NUMARALI SORUNU ENFLASYONDUR
Üretmeyen Türkiye’nin de bir numaralı ekonomik sorunu enflasyondur! Ancak işte görüyorsunuz yetkililer bu sorunu; israfı durdurmak, yolsuzlukla mücadele etmek ve üretim seferberliği yapmak yerine; borç-faiz ve vergi politikalarıyla çözmeye çalışıyor. Sonuçta fatura yine vatandaşa kesiliyor! Ülkemiz, özellikle son yıllarda uygulanan yanlış politikalar neticesinde borç-faiz bataklığına maalesef saplandı. Bataklığın boyutlarını anlamak isteyenler Merkez Bankası’nın yayınladığı verileri takip edebilirler. Merkez bankası kaynaklarına göre dış borç 506 Milyar dolara yükselirken; kısa vadeli borç stoku 180 milyar dolara ulaşmış. Sadece son yedi ayda merkezi bütçeden ödenen faiz tam tamına 667 Milyar TL olmuş. Artan bütçe açıkları bir taraftan yeni borçlanmalarla finanse edilmeye çalışılırken; diğer taraftan yeni vergiler koyularak, vergi oranları arttırılarak, vergi icatları çıkarılarak karşılanmaya çalışılıyor.
Halbuki hatırlayacaksınız geçtiğimiz yıl yapılan seçimler öncesinde ve sonrasında iktidar yetkilileri ‘yeni vergi konulmayacak’ vaadinde bulunmuştu. Seçim ekonomisi politikalarıyla bütçe ‘kara deliğe’ dönüştü. Bütçe açıklarını da kapatmak için KDV ve ÖTV gibi bütün toplumu etkileyen dolaylı vergi oranları arttırılmıştı. Son olarak da ‘Enflasyon Muhasebesi’ icat edildi.
ENFLASYON MUHASEBESİ TUZAK VERGİDİR!
Nedir Enflasyon Muhasebesi Uygulaması? İşletmelerin, elinde bulunan parasal olmayan tüm varlıkların, ürünlerin ve stokların değerini; belirlenen enflasyon verileri üzerinden güncellemek suretiyle oluşacak olan farktan vergi. Enflasyon zaten haksız bir vergidir. Enflasyon muhasebesi ise bir ‘tuzak vergidir.’ Maliye tarihimize, AK Parti iktidarı tarafından kara bir leke olarak düşürülecektir. Üzülerek ifade ediyorum ki; Enflasyon muhasebesi uygulamasında ısrar edilirse ortada ne vergi ödeyecek bir esnaf ne de defter tutacak Serbest Muhasebeci Mali Müşavir kalacaktır. Bunun bedeli Türkiye’ye ağır olacaktır. Bu konuda Halkla İlişkiler Başkanlığımızın detaylı bir çalışması var. İnşallah önümüzdeki günlerde tüm Türkiye’ de bu konuyu gündeme getireceğiz ve çözüm önerilerimizi kamuoyuyla paylaşacağız.
TÜRKİYE BİR CİNNET HALİ YAŞIYOR
Enflasyon büyük ölçüde siyasi bir tercihtir. 2021 ve sonrasındaki yanlış tercihlerin neticesi; gelir dağılımının daha da bozulmasına, yoksulluk oranlarının artmasına; intihar, boşanma ve şiddet gibi sosyal patlamaların artmasına neden olmuştur. Sosyal patlama demişken, sizler basın mensupları olarak; ekranları başında bizi izleyen vatandaşlarımız medyadan takip ediyordur. Adeta Türkiye bir cinnet hali yaşıyor.
İşte en son yaşadığımız Narin Güran olayı. 21 Ağustos’ta Kur’an kursundan dönemeyen Narin kızımız, 8 gündür; AFAD ve jandarmanın da içinde olduğu 150 kişilik bir ekip ile aranıyor. 11 dönümden fazla alan arandı. Ailemizin yaşadığı bu dram, Türkiye’nin dramıdır. İnsanlarımız cinnet haberlerini izledikten sonra, sıradaki kurban olmaktan korkuyor. Bu asla sürdürülebilir değil. Tekraren hatırlatıyoruz: burası kartellere teslim edilmiş Meksika değil, çetelere diz çöktüremeyen Brezilya değil. Burası Kurtlar Vadisi Türkiye’si değil. Gerçek hayatta yaşananlar ancak dizilerde yaşanabilir.
TEDİRGİNLİK GİDEREK ARTIYOR
İnsanımız kendini emniyette hissetmiyor. İki hafta sonra okullar açılacak. Çocuklarımız her gün okula gidip gelecek. Tedirginlik giderek artıyor. Bu konuda; iki husus velilerimizi kara kara düşündürüyor: Bir: sokaklar artık tekin değil. İki: okul masrafları artık dayanılabilir değil. Eğitim masraflarını karşılayamayan milyonlarca insanımız var. Daha bir iki gün önce çanta alamayan bir kız çocuğunun röportajını izledik. İzlerken yüreğimiz parçalandı içimiz burkuldu. Beslenme çantasına sadece ekmek koyup okuluna giden çocuklarımız var. Bu ülkenin çocuğu hayal kuramıyor. Bu ülkenin çocuğunun hayalleri ellerinden alındı. Bugün Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor’ cümlesini yaşıyoruz. Herhalde artık yeni Türkiye'de okul fişleri; Ali müteahhit ol! Öde Oya öde! Sus Ayşe sus! Şeklinde olacak!
SURİYE’NİN HUZURU SAĞLANMADAN TÜRKİYE’NİN EMNİYETİ SAĞLANAMAZ
Borç-faiz batağı, bütçe açığı, dış borç derken Türkiye’nin itibarı dışarda da ciddi anlamda zedelenmiştir. Suriye’ de kargaşa, kaos, çatışma, iç savaş başladığı günden itibaren yanlış hamlelerde bulunan iktidar, 13 yıl sonra doğruları görmeye başladı. Onları da çekingen adımlarla ilerletiyor. Bugün Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ve Sn. Erdoğan arasında yapılan karşılıklı açıklamalar, maalesef ki ümit edilen noktaya gelmemiştir. Suriye bizim en uzun kara sınırına sahip olduğumuz komşumuzdur. 13 yıl içinde artık herkes tarafından idrak edilmiştir ki Suriye’nin huzuru sağlanmadan Türkiye’nin emniyeti sağlanamaz. Bölgemizde haritaların yeniden çizilmesini engellemenin yolu Suriye ile doğru zeminde görüşmekten geçer. Ülkemizdeki milyonlarca sığınmacının ülkelerine huzurla dönmesinin yolu Suriye ile köprüleri yeniden kurmaktan geçer.
TÜRKİYE MANDA VE HİMAYE İLE YÖNETİLEN BİR ÜLKE DEĞİLDİR!
İktidarın yanlış hamleler silsilesi savaşın ilk gününden beri devam ediyor. Bugün Filistin konusunda da aynı yanlışlar söz konusu. TCG Anadolu Savaş Gemimiz, İsrail’i korumak için görevlendirilen ABD savaş gemileri ile ortak tatbikat yapıyor. Bunu da ülkemizin resmi kurumlarından değil, ABD’den öğreniyoruz. Bu kadar ayıp artık ülkemize fazla artık. Buna yüreğimiz dayanmıyor. Türkiye’nin adının bir terör devleti ile yan yana anılması, zulme destek olması asla kabul edilebilir bir durum değildir. Bu anlayışı şiddetle reddediyoruz. Türkiye’yi savunması gereken savaş gemileri, mazluma bomba yağdıran bir terör devletinin güvenliğini sağlayan gemilerle tatbikat yapamaz. Türkiye manda ve himaye ile yönetilen bir ülke değildir. 55 yıldır şahsiyetli dış politikadan kastımız tam da budur. Nedir şahsiyetli dış politika? Kendi ülkesinin çıkarlarını korumak, mütekabiliyet ilkelerini gözetmek, birilerinin planlarına dahil olarak değil de kendi potansiyeli ile denge kurmak ve zulmün karşısında durmaktır. Şahsiyetli bir dış politikada günlük dost-düşman dengesi kurulmaz. Şahsiyetli dış politikada mektuplarla hizaya gelinmez, geri adım atılmaz. Şahsiyetli dış politikada zalime destek verilmez, ticarete devam edilmez. Fakat biz maalesef ki bugün bütün bunlara şahit oluyoruz.
Dış politikamız için bir sahne; İsrail’le ticareti kesemiyorlar, destekçileri ile tatbikat yapıyorlar; bir yandan da farklı düşüncelere sahip Filistin için bir araya gelmiş gençlerin seslerine katlanamıyorlar. Bu gençlerimizden biri şu anda Arnavutköy’de Geri Gönderme Merkezinde tutuluyor. Suçu nedir? TRT World’ün panelinde İsrail’e tedarik edilen petrolü ifşa etmesi. Gücün, İsrail’e gösterilmesi gereken bir dönemde bu kabul edilemez. Genç arkadaşımızın derhal çıkarılması ve iktidarın artık hatalarına karşı daha kabullenici bir tavır takınması gerekir.
BİZ DAHA ÖNCE YAPTIĞIMIZ GİBİ ÜLKEYİ YENİDEN DÜZLÜĞE ÇIKARACAĞIZ!
Evet, gerçekten kötü bir tablo ile karşı karşıyayız. 22 yıllık kesintisiz iktidarın ve 7 yıllık Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin bize yaşattıkları ortada. Fakat elbette buradan dönüş mümkündür. Biz Milli Görüş’ün temsilcileri ve Saadet Partisi’nin mensupları olarak ilk günden itibaren bir şey söylüyoruz: Hedefimiz, Yaşanabilir Bir Türkiye, Yeniden Büyük Türkiye ve Yeni Bir Dünya’dır. Burada bilerek ve isteyerek ‘Büyük Türkiye’ değil ‘Yeniden Büyük Türkiye’ ifadesini kullanıyoruz. Burada çok önemli iki ayrıntı var. Biz ilk defa ‘Büyük Türkiye’ olacak değiliz. Biz asırlar boyu büyük olmuş bir ülkeyiz. Bizim için büyük olmak tabi bir seyirdir. ‘yeniden’ kelimenin içerisinden bizim bütün tarihimiz fışkırmaktadır. Bu kelimenin içerisinde; Ağustos ayında yıl dönümünü idrak ettiğimiz; konuşmamın başında isimlerini zikrettiğim zaferler vardır. İkincisi: ‘Büyük Türkiye’ demek sadece ‘rakamları büyümüş Türkiye’ demek değildir. Bu bize yetmez. Büyük Türkiye dendiğinde kabak gibi büyümek, ya da bugün yaşadığımız gibi sömürge tipi kalkınma da anlaşılabilir. Biz böyle bir büyümeyi kastetmiyoruz. Biz hem manen kalkınmış hem madden kalkınmış bir Türkiye’den bahsediyoruz. Biz istiyoruz ki Yeniden kurmakta olduğumuz Türkiye hem yüksek teknolojiye hem yüksek katma değere sahip olsun hem de manevi kalkınmaya sahip olsun! Biz istiyoruz ki yeniden kurulmakta olan büyük Türkiye’de; Diyarbakır’daki kardeşinin acısını Edirne’deki kardeşi duyabilsin. Biz Dünya'nın beyninin ve kalbinin yeniden Aziz Anadolu’da olacağına inanıyoruz. En önemlisi biz çizdiğimiz bu kötü tablonun değişeceğine inanıyoruz. Aziz milletimiz müsterih olsun. Biz daha önce yaptığımız gibi yine yapacak ve ülkeyi hep birlikte yeniden düzlüğe çıkaracağız. Çünkü biz istiklalin de istikbalin de Saadet’te olduğuna inanıyoruz.”